Ruşen Aslan
Birkaç yıl önce tatil için gittiğim memleketimde yakın bir akrabamla aramızda ilginç bir sohbet geçmişti. Akrabam, aynı zamanda çocukluk arkadaşım Gülen Cemaat’i mensubuydu. Sohbetimizin konusu da Gülen Cemaati’nin yozlaşmasıydı. Sohbet ettiğim kişi sıradan bir cemaat mensubu değildi. Eşi ve kendisi ekonomik durumlarının da etkisiyle bulundukları bölgede cemaatin söz sahibi kişilerindendi.
Daha önce öğrenci evlerine her türlü yardımı yapabiliyorken, üstten alınan emirden dolayı sadece sıfır eşyaları öğrenci evlerine götürebiliyoruz diyordu arkadaş. Sebebini ise şöyle açıklıyordu. Üstten gelen emir “Öğrenci evleri lüks görünmek zorunda ve gelen öğrenciler bu ihtişamı bu rahatlığı tatmalı” yönündeydi. Doğdukları evlerde, yürüdükleri sokaklarda, okudukları okullarda “ahiretsiz bir dünya” tasavvuruyla zihinleri meşgul edilen bu gençler, cemaatin evlerinde de aynı zihin egzersizine tabi tutuluyordu. Gel bu eve, gücümüz var, bize çalış, Zaman Gazetesi abonesi bul, yeni arkadaşlar getir seni aslanlar gibi yaşatalım mantığıydı.
Bu durumu yadırgamamıştım. Cemaatin bir kısmının dünyevi takıntısını biliyordum çünkü. Öğrencilik yıllarımda yolum İstanbul’a düşmüştü. Bana abla diyen, yaşça benden küçük arkadaşımla Davutpaşa’da bir cemaat evinde kalacaktık. Benim fikirlerimin kendi fikirleriyle uyuşmadığını gören ve sakin mizaçlı arkadaşımın da benden etkileneceğini düşünen ev ablaları, birkaç gün içinde benim başka bir cemaat evine gönderileceğimi söylediler. İstanbul’a yabancı ve bu yabancılığın içinde birbirinden güç alan arkadaşım ve ben bu duruma itiraz ettik. Bana söylenen üç gün içinde valizimi toplayıp evi terk etmem gerektiğiydi. Canım acımış mıydı, haddinden çok… Son çare cemaatin hiyerarşisinde ev ablalarının da ablası konumunda öğretmen arkadaşa yönlendirildim. Öğretmen arkadaş beni çalıştığı cemaat kolejinde pek de sıcak karşılamamıştı. Bana söylediği son sözler şöyleydi, bunca yıl geçti hala satır satır hatırlarım:
-Ayşe’nin senin ablalığına ihtiyacı yok, onun cemaatte ablaları var zaten. (Abla demekle abla olunmuyor)
-Ayşe okulunu bitirince biz ona iş ve eş bulmasında yardımcı olacağız.
-Okuduğu süre boyunca cemaat evlerinde her ihtiyacı karşılanacak.
Oysa dışarıda başını açıp, eve gelince başını örten bu ev ablaları ne arkadaşımın ne de benim gözümde abla olabilecek kadar şirinlerdi. Hele sabah namazına öğrencileri uyandırırken takındıkları komutan edaları “koğuş kalk” cinsindendi.
Ablaların ablası öğretmen hanımın söyledikleri arasında ne Allah rızası ne de Peygamber duası duydum. Vaat edilen her şey bu alem içindi. İyi bir ev, iyi bir iş, kariyer sahibi bir eş…
Sonunda arkadaşım cemaatle değil benimle kalmayı seçti, bu sebepten ona da valizini toplayıp evi terk etmesi söylendi. Birbirimizden ayrılmak istemiyorduk ve hiç de kibar olmayan bir lisanla kovulmuştuk. Bizim gibi taşrada yetişmiş kızlar için İstanbul oldukça kalabalık ve tehlikeliydi. Sonra ne mi oldu? Epeyce süründükten sonra başımızı sokacak ve cemaatçilerin olmadığı bir ev bulduk kendimize. O evi nasıl bulduğumuzu anlatmak daha da canımı acıtır…
Anlattıklarım sadece benim şahit olduklarım. Bunun dışında bazı ev ablalarının ve ağabeylerinin nasıl bir dönüşüm yaşadığı sorgulanmaya değer. Abdestten, namazdan, vicdan muhasebesinden uzak ahlaki zafiyetleri olan ev abla ve ağabeylerini yolu cemaat evlerine düşen çeşitli sayıda arkadaştan dinledim.
Cemaat evlerinin bir kısmı insanları İNSAN olmaya mı davet ediyordu, yoksa dünyevi kaygılarla onların gözünü korkutup cemaatin gücüne mi davet ediyordu? Cemaat evlerinde Allah’ın ayetleri mi daha çok dillendiriliyordu yoksa Gülen Hoca’nın vaazları mı? Rabbimiz kadın için örtünme emrini dışarısı için farz kılmışken, sizler neden tersini uyguluyordunuz? En çok Allah’tan mı korktunuz? Yoksa yasakçılardan mı? Bu soruları her cemaat mensubu lütfen kendine sorsun…
Haneke’nin “Beyaz Kurdela” filmi bir toplumun veya topluluğun nasıl yozlaştığını anlatan güzel bir yapıt. Bir toplumda katiller, sapıklar, eşcinseller, hırsızlar dünyaperestler bir anda ortaya çıkmıyor. Almanya’nın soğukkanlı katilleri Naziler bir anda ortaya çıkmadı. Bunun bir gelişim süreci vardı. Gözünü makam, mevki hırsı bürümüş, soğukkanlı dünyaperestler de bir anda ortaya çıkmadı şüphesiz!
Kapalı kapılar ardında evlerinizi, kurumlarınızı, okullarınızı her şeyden önce kalplerinizi göremiyoruz… Ama bize kapalı olan O’na açık bunu biliyoruz.
Şımarıklığın tavan yaptığı nokta: Tekasür…
Eğer Kuran-ı Kerim’in kalbine biraz dokunabilseydik, onun niceliği değil de niteliği önemsediğini biraz olsun anlardık. Yüzde ellilik bir çoğunlukla övünmek ne kadar yersizse, Gülen cemaatinin de kelle sayısıyla, sahip olduğu dünyevi güçlerle övünmesi bir o kadar yersiz.
“ÇOKLUK KURUNTUSU sizi o derece oyaladı ki, nihayet kabirleri ziyaret ettiniz, hayır yakında bileceksiniz, elbette yakında bileceksiniz, gerçek öyle değil! Kesin bilgiyle bilmiş olsaydınız, mutlaka cehennem ateşini görürdünüz. Sonra ahirette onu çıplak gözle göreceksiniz, nihayet o gün nimetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.” (Tekasür Süresi)
Gülen cemaatinde olan ve hayatını güzel işler yapmaya adamış Müslüman kardeşlerimi bu konuların dışında tutarak cemaatin dünyaperestliğini sorgulamalarını rica ediyorum. Hayatını “din hizmetleri”ne adayan cemaat içindeki samimi kardeşlerimin, hayatı “dünya işleri” olmaya başlayan cemaati asli çizgisine çekmek için yaşanan bu son olayları bir fırsat olarak görmelerini diliyorum.
Birkaç yıl önce tatil için gittiğim memleketimde yakın bir akrabamla aramızda ilginç bir sohbet geçmişti. Akrabam, aynı zamanda çocukluk arkadaşım Gülen Cemaat’i mensubuydu. Sohbetimizin konusu da Gülen Cemaati’nin yozlaşmasıydı. Sohbet ettiğim kişi sıradan bir cemaat mensubu değildi. Eşi ve kendisi ekonomik durumlarının da etkisiyle bulundukları bölgede cemaatin söz sahibi kişilerindendi.
Daha önce öğrenci evlerine her türlü yardımı yapabiliyorken, üstten alınan emirden dolayı sadece sıfır eşyaları öğrenci evlerine götürebiliyoruz diyordu arkadaş. Sebebini ise şöyle açıklıyordu. Üstten gelen emir “Öğrenci evleri lüks görünmek zorunda ve gelen öğrenciler bu ihtişamı bu rahatlığı tatmalı” yönündeydi. Doğdukları evlerde, yürüdükleri sokaklarda, okudukları okullarda “ahiretsiz bir dünya” tasavvuruyla zihinleri meşgul edilen bu gençler, cemaatin evlerinde de aynı zihin egzersizine tabi tutuluyordu. Gel bu eve, gücümüz var, bize çalış, Zaman Gazetesi abonesi bul, yeni arkadaşlar getir seni aslanlar gibi yaşatalım mantığıydı.
Bu durumu yadırgamamıştım. Cemaatin bir kısmının dünyevi takıntısını biliyordum çünkü. Öğrencilik yıllarımda yolum İstanbul’a düşmüştü. Bana abla diyen, yaşça benden küçük arkadaşımla Davutpaşa’da bir cemaat evinde kalacaktık. Benim fikirlerimin kendi fikirleriyle uyuşmadığını gören ve sakin mizaçlı arkadaşımın da benden etkileneceğini düşünen ev ablaları, birkaç gün içinde benim başka bir cemaat evine gönderileceğimi söylediler. İstanbul’a yabancı ve bu yabancılığın içinde birbirinden güç alan arkadaşım ve ben bu duruma itiraz ettik. Bana söylenen üç gün içinde valizimi toplayıp evi terk etmem gerektiğiydi. Canım acımış mıydı, haddinden çok… Son çare cemaatin hiyerarşisinde ev ablalarının da ablası konumunda öğretmen arkadaşa yönlendirildim. Öğretmen arkadaş beni çalıştığı cemaat kolejinde pek de sıcak karşılamamıştı. Bana söylediği son sözler şöyleydi, bunca yıl geçti hala satır satır hatırlarım:
-Ayşe’nin senin ablalığına ihtiyacı yok, onun cemaatte ablaları var zaten. (Abla demekle abla olunmuyor)
-Ayşe okulunu bitirince biz ona iş ve eş bulmasında yardımcı olacağız.
-Okuduğu süre boyunca cemaat evlerinde her ihtiyacı karşılanacak.
Oysa dışarıda başını açıp, eve gelince başını örten bu ev ablaları ne arkadaşımın ne de benim gözümde abla olabilecek kadar şirinlerdi. Hele sabah namazına öğrencileri uyandırırken takındıkları komutan edaları “koğuş kalk” cinsindendi.
Ablaların ablası öğretmen hanımın söyledikleri arasında ne Allah rızası ne de Peygamber duası duydum. Vaat edilen her şey bu alem içindi. İyi bir ev, iyi bir iş, kariyer sahibi bir eş…
Sonunda arkadaşım cemaatle değil benimle kalmayı seçti, bu sebepten ona da valizini toplayıp evi terk etmesi söylendi. Birbirimizden ayrılmak istemiyorduk ve hiç de kibar olmayan bir lisanla kovulmuştuk. Bizim gibi taşrada yetişmiş kızlar için İstanbul oldukça kalabalık ve tehlikeliydi. Sonra ne mi oldu? Epeyce süründükten sonra başımızı sokacak ve cemaatçilerin olmadığı bir ev bulduk kendimize. O evi nasıl bulduğumuzu anlatmak daha da canımı acıtır…
Anlattıklarım sadece benim şahit olduklarım. Bunun dışında bazı ev ablalarının ve ağabeylerinin nasıl bir dönüşüm yaşadığı sorgulanmaya değer. Abdestten, namazdan, vicdan muhasebesinden uzak ahlaki zafiyetleri olan ev abla ve ağabeylerini yolu cemaat evlerine düşen çeşitli sayıda arkadaştan dinledim.
Cemaat evlerinin bir kısmı insanları İNSAN olmaya mı davet ediyordu, yoksa dünyevi kaygılarla onların gözünü korkutup cemaatin gücüne mi davet ediyordu? Cemaat evlerinde Allah’ın ayetleri mi daha çok dillendiriliyordu yoksa Gülen Hoca’nın vaazları mı? Rabbimiz kadın için örtünme emrini dışarısı için farz kılmışken, sizler neden tersini uyguluyordunuz? En çok Allah’tan mı korktunuz? Yoksa yasakçılardan mı? Bu soruları her cemaat mensubu lütfen kendine sorsun…
Haneke’nin “Beyaz Kurdela” filmi bir toplumun veya topluluğun nasıl yozlaştığını anlatan güzel bir yapıt. Bir toplumda katiller, sapıklar, eşcinseller, hırsızlar dünyaperestler bir anda ortaya çıkmıyor. Almanya’nın soğukkanlı katilleri Naziler bir anda ortaya çıkmadı. Bunun bir gelişim süreci vardı. Gözünü makam, mevki hırsı bürümüş, soğukkanlı dünyaperestler de bir anda ortaya çıkmadı şüphesiz!
Kapalı kapılar ardında evlerinizi, kurumlarınızı, okullarınızı her şeyden önce kalplerinizi göremiyoruz… Ama bize kapalı olan O’na açık bunu biliyoruz.
Şımarıklığın tavan yaptığı nokta: Tekasür…
Eğer Kuran-ı Kerim’in kalbine biraz dokunabilseydik, onun niceliği değil de niteliği önemsediğini biraz olsun anlardık. Yüzde ellilik bir çoğunlukla övünmek ne kadar yersizse, Gülen cemaatinin de kelle sayısıyla, sahip olduğu dünyevi güçlerle övünmesi bir o kadar yersiz.
“ÇOKLUK KURUNTUSU sizi o derece oyaladı ki, nihayet kabirleri ziyaret ettiniz, hayır yakında bileceksiniz, elbette yakında bileceksiniz, gerçek öyle değil! Kesin bilgiyle bilmiş olsaydınız, mutlaka cehennem ateşini görürdünüz. Sonra ahirette onu çıplak gözle göreceksiniz, nihayet o gün nimetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.” (Tekasür Süresi)
Gülen cemaatinde olan ve hayatını güzel işler yapmaya adamış Müslüman kardeşlerimi bu konuların dışında tutarak cemaatin dünyaperestliğini sorgulamalarını rica ediyorum. Hayatını “din hizmetleri”ne adayan cemaat içindeki samimi kardeşlerimin, hayatı “dünya işleri” olmaya başlayan cemaati asli çizgisine çekmek için yaşanan bu son olayları bir fırsat olarak görmelerini diliyorum.
Yorumlar
Yorum Gönder