Fethullah
Gülen (F.G.) 1980 öncesinin en ateşli vaizi idi. Nurcuların en kapalı
gurubu olup özellikle Seyid Kutup gibi İslamcı denilen ihtilalci
liderlerin tesiri altındaydı. Nitekim gençlik yıllarını Seyid Kutub’un
eseri olan “Fizilali’l Kuran elimizden düşmezdi”, diyerek belirtecektir.
Dönemin Cumhurbaşkanına, Genelkurmay başkanına her tür hakareti yapar,
kasetleri elden ele dolaşırdı. Nedense herkesin eliyle konmuş gibi
bulunduğu 12 Eylül ihtilalinde o bir türlü bulunamadı. Onun
dokunulmazlık zırhı mı vardı? Kimler tarafından korunuyordu, bilinemedi.
1980-1982 yılları arasındaki irtibatlı olduğu kişiler ve görüşmeleri
çözülebilse eminim bugünler çok iyi anlaşılacaktır. Zira Türkiye’yi 15
Temmuz ihtilaline götüren yolun o günlerde temelinin atıldığını
düşünmekteyim. Sonrası hep o projenin uygulanması olarak devam
edecektir.
Nitekim
1983’de tekrar meydanlara çıktığında artık cübbe ve sarıklı bir vaiz
yoktu. Bambaşka bir F.G. vardı. Özellikle okul ve medya ile ‘ağ cemaati’
yapılanmasına geçti. Hemen her vilayette okulları, ışık evleri ve
yurtları öyle hızlı gelişiyordu ki takip edebilmek neredeyse mümkün
değildi. Yurtlarında ve evlerinde sadece Said Nursi’nin kitapları
okutuluyordu. Öyle ki gençlere “Kuran-ı Kerim değil risaleler okunsun”
derlerdi. Bu itibarla diğer nurcu kolları da önceleri mesafeli
durdukları F.G’ye kısa sürede ısınacaklardır. 1986 da Zaman gazetesi
yayın hayatına başladı. 1990 yılına geldiğinde artık alt yapı
tamamlanmış bulunuyordu. Bundan sonra hizmet kartopu gibi büyüyecekti.
Gürcistan
ve Azerbaycan’la başlayan dış geziler kısa sürede yerini hizmet
alanları ile doldurmaya başlayacaktı. Büyük seferberlik başlamıştı.
Yabancı ülkelerde ticari şirketler, okullar ve üniversiteler süratle
birbirini kovalamaya başladı. İlk olarak Orta Asya’nın pek çok ülkesinde
okullar açıldı. Bunları üniversiteler izledi. 1992 yılında Kazakistan’a
giden Gülen’in taraftarları iki yıl içinde 29 lise açtılar. Dört yıl
sonra da Süleyman Demirel Üniversitesi faaliyete geçti. 1992 yılında
dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın, Kazak lider Nursultan Nazarbayev’e
tavsiye mektubu yazmasından sonra F.G’yi izleyenler bu ülkede daha
rahat çalışma olanağı buldular.
Ardından
Gülen’in okulları Afrika kıtasını, Balkanları, Avrupa ve Amerika’yı bir
ağ gibi sarmaya başladı. Okul açılmayan ülke kalmamış gibiydi. Gülen
hareketi, eğitim alanında artık küresel bir oyuncu konumuna geldi. Bu
okullarda yerel nüfusun en yetenekli ve zeki çocukları kendilerine yer
buluyorlardı. Üstelik okulları yüksek ücretli olup bedeli ülkedeki
ekonomik şartlara göre belirleniyordu.
Nasıl
oluyordu bu? Her tarafta okul açılmasına imkan veren sihirli değnek
kimdi? Adlarını iftiharla andıkları iki isim aslında bütün soru
işaretlerini çözüyor gibiydi. İshak Alaton ve Üzeyir Garih
çilingir vazifesi görmekte idiler. Bu büyük ilişkinin sırrı ne idi?
Yahudi iş adamları Gülen’in okullarının bütün dünyaya yayılması için
neden bu kadar gayretle hizmet veriyorlardı?
Üzeyir
Garih, doksanlı yıllarda, Hürriyet Gazetesi’ne vermiş olduğu röportajda
yurt dışı okulları için büyük destekler, maddi yardımlar yaptığını
belirtirken Gülen cemaatini öve öve bitirememişti. Aslında onun
ölümündeki sır perdesini de yeniden aralamakta fayda vardır.
1991
yılında Mihail Gorbaçov’un Glasnostu (açıklık politikası) ile Gülen’in
okul faaliyetleri tam da denk düşmüştü. Gülenciler bir taraftan süratle
Türk Cumhuriyetlerinde okullar açarlarken bir taraftan da Türk
Cumhuriyetlerinden gelen çocukları kabul ediyorlardı.
Öyle ki sonraki bir beş -on sene içerisinde CIA raporlarında “Amerika, F.G. sayesinde Orta Asya’ya bomboş bir İslamiyet götürdü” denecekti.
Zira
Gülencilerin götürdüğü İslam’ı kimse anlamıyordu. Dışa açılımın
üzerinden birkaç sene geçtiğinde Gülen’in hareketinin CIA’nın tam
kontrolünde olduğu Rusya ve Özbekistan’ın bu okullara karşı aldığı
tavırdan da anlaşılacaktı.
Gülen
gurubu sırasıyla 1980 ihtilali sonrasındaki Cunta Hükümeti ve ardından
Özal’lı yıllar da gayet hızlı ve rahat bir şekilde faaliyetlerini
yürütmüştü. Sağ ya da sol bütün hükümetler ile tam bir uyum
içerisindeydi. Fakat 90’ların sonlarına doğru, 28 Şubat’ın yaşandığı
yıllarda Erbakan Hükümeti ile bir türlü anlaşamadı. Refahyol
Hükümeti’nin yıkılmasında önemli rol oynadı. Bu sırada 28 Şubat
darbecileri kendisine karşı mıydı o da anlaşılamadı.
Şurası
muhakkak ki 28 Şubat cuntası özellikle İslam karşıtlığı ile
özdeşleşmişti. Bu bağlamda cuntacılar Gülen’in de üzerine yürürken
beklenmeyen bir tepkiyle karşılaştılar. Bu tepki Bülent Ecevit ile Koç gurubundan
gelmişti. Gülen bu hizmetinin semeresi olarak akabinde kurulan Ecevit
Hükümeti zamanında, Meclise kontenjandan 7-8 Milletvekili
yerleştirecektir.
Gülen
aynı yıllarda İslam aleminde en fazla tartışmalara sebep olacak
uygulamaları da başlatacaktır. Bunların en mühimi Abant toplantılarıdır.
Başta ilahiyatçılar olmak üzere önemli sayıda gazeteciler bu
toplantılara katılacaktır. Gülen’in ilk Abant toplantısına gönderdiği şu
mesajı her şeyi ifade etmekteydi. Burada Gülen:
“Vahye dayalı, hayatın her alanını kuşatan İslam’ı tehlikeli ve milli birliğe zarar verici buluyorum” diyerek 1428 yıllık İslam’ın özüne, aslına düşman olduğunu açıkça ortaya koyuyordu.
Daha sonra Gülen’in Papa ile diyaloğu uzun süre gündemi meşgul edecekti.
Zira
Gülen’in Papa’ya yazdığı mektubu çok çarpıcıydı. Gülen, 10 Şubat 1998
tarihli Zaman gazetesinde yer alan mektubun başlarında maksadını şöyle
ifade etmekteydi:
“Pek muhterem Papa Cenapları.
Papa
6. Paul Cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan
dinlerarası diyalog için Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası
olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi
arzu ediyoruz. En aciz bir şekilde hatta biraz cüretle, bu pek kıymetli
hizmetinizi icra etme yolunda en mütevazi yardımlarımızı sunmak için
size geldik.
İslam yanlış anlaşılan bir din olmuştur ve bunda en çok suçlanacak olan Müslümanlardır…”
Gülen
açık bir biçimde o güne kadar yaşananlardan Müslümanların sorumlu
olduğunu ve kendisinin de papalık konseyinin bir parçası olduğunu
dünyaya ilan ediyordu. Yani bu ifadeler diyalog denilen olayın aslında
İslam’ı yok etme girişiminin projesi olduğunun dünyaya haykırışı idi.
Fakat Müslümanların artık gözleri bunları görecek durumda değildi.
Bütün
bu faaliyetleriyle Gülen tam tartışılmaya ve belki Müslümanların
gözünden düşmeye başladığı sıralarda Amerika’ya çekilmesi projenin yeni
safhasının başlangıcı olacaktı. Hakkında davalar açılmış ve sanki
darbecilerden kaçmış süsü verilmişti. Bundan sonra ki faaliyetleri artık
izlenemez hale gelecekti. Artık o bir kahramandı(!). Sadece
Pensilvanya’ya gidenlerin ülkeye haberler getirdikleri bir azizdi(!).
Aslında
28 Şubat bunlar için mi düzenlenmişti araştırılmalıdır. Zira
FETÖ’cülerin dışında devletin yanında olan devletine sahip çıkan tüm
cemaatler ezilmişti. Bilhassa devletle hiçbir zaman derdi olmamış,
devletin her zaman yanında durmuş İhlas cemaatinin ezilmesinin ardında
bunların bulunması meseleyi aydınlatmaktaydı. İhlas Finans’ın içine hem
sızmışlar hem de belini doğrultamayacak bir darbe indirmişlerdi. Esat Coşan Hoca’ya ve Mahmut Hoca’nın damadına yapılanlar da 28 Şubat’ın tokadını kimin yediğini gösteriyordu.
Evet
28 Şubat darbesi sadece birine dokunmamıştı. O da çok geçmeden belki
tam iç yüzü bilinmek üzere iken kahraman edilmek için yurt dışına
alındı. Artık korumacılarının elindeydi. 12 Eylül’de nasıl bulunamadı
ise bu defa da asıl yuvasına çekilmişti.
Diğer
taraftan 28 Şubat cuntasının ortaya çıkardığı siyasi iktidar, ülkeyi
iki senede batırdı. Belki de tarihinde ilk kez esnaf sokaklara döküldü.
Artık bu selin önüne geçilemezdi.
Sayın
Recep Tayyip Erdoğan ve ekibinin iktidara yürüyeceği belliydi. Ancak
Erdoğan hapisteydi. Hapisteki liderin partisi iktidara yürümüş ama o
partisinin başında değil. Bu durum gitgide kendisini kahraman yapacaktı.
Onu yıpratabilmek için bu gidişin önüne geçmek lazımdı.
Müthiş
bir senaryo ile Erdoğan’ı siyasi yasaklı durumdan çıkartıp ve Siirt’te
seçimleri iptal ettirip partinin başına yani Başbakanlığa taşıdılar.
Acaba bu sırada bu işin içinde bulunanlar şöyle bir talepte bulunmuşlar
mıydı? Yola F.G. ile devam edeceksin veya F.G’nin hizmetlerine
dokunmayacaksın. Ben bundan eminim. İleride bu konuda sayın Recep Tayyib Erdoğan’ın hatıralarının çok önemli olacağını ve her şeyi aydınlatacağını düşünmekteyim.
Yine
şuna adım gibi eminim ki sayın Recep Tayyip Erdoğan F.G’yi o gün
mimlemişti. Ancak kime güvenecekti? Kim kendinden, kim ondan yana bilmek
anlamak mümkün müydü? Bunun için zamana ihtiyaç vardı. 28 Şubatçı
kadrolar ile Gülen’in kadrolarını aynı elin oynattığını anlamak elbette
kolay değildi. Bu sebeple sayın Erdoğan’da Fatih Sultan Mehmed gibi; “Yapacaklarımı sakalımdaki kıllardan biri bilse koparıp atarım” anlayışının hakim olduğunu düşünmekteyim.
Ak
Parti’nin iktidara yürüyüşünden itibaren ise artık cemaat bambaşka bir
şekil alacaktı. Üçüncü on yıla giriliyordu. Bu dönemi kendileri için
dünyaya hakim olma devresi olarak addedeceklerdi.
28
Şubat’tan bunalan millet ezici bir çoğunlukla Ak Parti’yi iktidara
taşırken sanki başarı Gülencilerin imiş gibi bir hava yayıldı. Bütün
faaliyetlerine hız kazandırıldı. Dinlerarası diyalog çalışmaları en üst
raddeye çıkarıldı. Bütün dünyada hahamlar, papazlar imamlar beraber koro
halinde şarkılar, ilahiler seslendiriyorlardı. İşadamları turizm
gezileri gibi okullarına taşınıyor döndüklerinde gözyaşları ile Hizmet
hareketini ve başarılarını anlatıyor gönüllü dailik (propagandist)
hizmetleri veriyorlardı. Türkiye’nin her kesiminden paralar bu terör
örgütüne akar hale getirilmişti. Öyle ki Bülent Arınç, “devletin yapamadığını Hocaefendi yapıyor”
diyerek tam destek olurken içyüzlerini araştırmak aklına gelmiyor ve
daha beş yıl önce Milli Görüşe yönelik yıkıcı darbesini unutmuş
görünüyordu.
Bu
örgütün iç yüzünü anlatanlar bir anda herhangi bir suçla içeri alınıyor
veya itibarsızlaştırılıyordu. Kıymetli dostum rahmetli Mehmet Oruç Bey (ölümü şüpheli), Yümni Sezen ve yine rahmetli Aytunç Altındal (ölümü şüpheli) bunlardandır.
Öte
yandan 1983’de başlayan özel okul, yurt, dersane faaliyetleri 20 yılını
doldurmuş bulunuyordu. Her yerde her meslekte bunların adamları vardı.
Şimdi artık yurt içinde özel üniversiteler, ihtisas liseleri açılıyordu.
Devletin bütün kadroları bunlarla dolmaya başlamıştı.
Bu
ihanet şebekesinin gençleri kendilerine nasıl bu kadar bağlı kıldıkları
bugün insanların zihnini en fazla kurcalayan bir sorudur. Oysa
1985’lerden beri sınavlarda soru vermek suretiyle en önemli yerlere adam
yerleştirenler bu adamları asla boş bırakmıyordu. Bunlardan soru alarak
imtihanı kazananlar artık bunların gönüllü neferi olmaktaydılar.
Mankurtlaştıklarının farkına varamıyorlardı. Kendilerini dünyayı fethe
çıkmış cihangirler gibi görmekte idiler. Ana babalar ise Müslüman bir
cemaatin yani hocaefendinin kanatları altında diyerek kendilerini tatmin
etmekte idiler. Öyle ki 2005-2012 yılları arasında bütün sınavların
şaibeli olması neyin göstergesi idi. Ayrıca İslam’ı dünyaya yaydıklarını
zanneden bu dailerin en basit dini kurallardan dahi haberleri yoktu.
Tam bir din cahili idiler.
Bu arada diyalog tuzakları da hız kesmeden devam ediyor ve artık açık açık yürütülüyordu.
Diyanetten
sorumlu devlet bakanı Prof. Dr. Mehmet Aydın’ın hezeyanları artık
manşetlerdeydi. Diyalogun teorisyenlerinden olan bu adam “Kur’an-ı kerim tarihseldir, yüzde kırkı değiştirilmeli veya çıkarılmalıdır”, demişti. Recep Tayyip Erdoğan’ın
ikinci seçimde ilk bu adamı yemesine dikkat olunmalıdır. Onlara cevap
vermesi gereken ilahiyatçılar ise emir alabilmek üniversitelerde rektör
dekan olabilmek için Pensilvanya’ya selam durmaya gidiyorlardı.
İlahiyatçı Prof. Dr. Suat Yıldırım Zaman gazetesindeki bir makalesinde
İsa aleyhisselamı şahsı manevi olarak tanımlayıp F.G.’nin şahsında
ortaya çıkacağına kadar iddia etmişti.
Ancak sihirli hizmet kelimesi nasıl bir şey ise, bütün ihanetlerin üstünü örtüyordu. Neye hizmet olduğuna hiç dikkat eden yoktu.
Mesela,
dünyadaki hiçbir okulunda mescid olmaması neyin işaretiydi? Anadolu’nun
karın tokluğuna hizmet sevdasıyla yola çıkan havarileri namazlarını
nerede kılıyorlardı? Neden gösteremiyorlardı? Hani diyalog ve hoşgörü
vardı? Hoşgörü denen şey sadece Hıristiyanlara mı yönelikti?
Kurbanların
kesilmediği dile getiriliyor bunu herkes biliyor fakat yine de bütün
kurbanlar oraya akıyordu. Milletin yıllarca oraya kestirdiği veya
kestirdiğini zannettiği kurbanlarını şimdi bir kere daha düşünmesi
gerekecekti.
Yine 2003 yılından itibaren önce “Yabancılar Türkçe Yarışması” ve daha sonra “Uluslararası Türkçe Olimpiyatları” denilen yarışmalar başlatılacaktı. 4. Türkçe Olimpiyatlarının finalinde “Bütün dinler buluşuyor, biz hepimiz kardeşiz” mesajıyla “Bütün müminler kardeştir” düsturu yıkılacaktı.
Hizmetin
görüntüsünü yansıtan bu yarışmalarda dünyanın her yerinden kız ve erkek
öğrencilerin şarkılarını millete gözyaşları içinde izlettirmeye
başlamışlardı. Belki de ömründe bir kere şarkı türkü dinlemek için
salonlara gitmemiş insanlar, Türkçe şarkı söyleyenler İsrailli,
Amerikalı, Gürcistanlı olunca zevkten kendinden geçer olmuşlardı. Final
bölümünde en önde oturan Bülent Arınç Moldovyalı kız şarkı söylerken
gözünden yaşlar gelirdi. Ertesi gün talebelerime bu konuyu ifade
ederken:
“Be adam elin Moldovyalısını ne dinleyip ağlıyorsun? Git Yıldız Tilbe’yi dinle de ağla, hiç olmazsa Yıldız Tilbe bizden biri”
derdim. Söylediği şarkıdan başka tek kelime Türkçe bilmeyen bu gençler,
nedense bizim insanımızı ağlatmaya yetiyordu. Sanki hafız-ı kurra
dinliyor gibi vecde geliyorlardı.
Bu
müzik işi o hale getirilecek ti ki Peygamber efendimizin doğum gününü
C.başkanı Abdullah Gül’ün katılımıyla Mevlit Kantat Promiyerine
dönüştürülecekti. Bu prömiyerin ne olduğunu hala milletimizden kimse
anlamış değil. Demirel’in “işte çağdaş Türkiye” dediği
günleri hatırlatıyordu. Dinimize ve kandil günlerine ağır bir darbe
olan Kutlu Doğum haftasını çıkaranların ardında bunların ve akıl
hocalarının da yabancı bilim adamları olduğu artık idrak edilmelidir.
Nihayet sıra camilere müdahaleye gelmişti.
Hutbelerde “Allah indinde tek din İslamiyet’tir” ayetine okunma yasağı getirildi.
Camiler sıralarla doldurulmaya başlandı. Sanki Türkiye bir haftada kötürüm olmuştu. Camiler kiliseleştirilmeye başlanmıştı.
Diyanet İşleri Başkanı’nın değişmesi ve Mehmet Görmez Bey’in bazı uygulamaları bunları yavaşlattı.
16
Nisan 2005 yılında 2.5 milyon basılan Ailem gazetesinde F.G’ye ait çok
çarpıcı ifadeler yer aldı. Burada iman esasları üçe düşürülürken bir
taraftan da imanda şek ve şüphe olmaz kaidesi yıkılıyordu. Şöyle ki:
“İman
esasları, muhakkikîn yaklaşımı ile dört asla irca edilebilir ki,
bunlar; Allah’a, âhirete, peygamberlere iman; bir de ubudiyet “veya”
adalettir” (Prizma, 2 /162).
İnsanlar neden görmüyordu? Neden anlamıyordu? İmanın şartlarında “veya” denilebilir miydi?
Bu
arada siyaseten 2007 yılından itibaren yeni darbe planlarını açığa
çıkarma adı altında ortalığa toza dumana boğmuşlardı. Cambaza bak misali
halkı bu korku ve endişelerle oyalarken hizmet ve önemli yerlere sızma
faaliyetlerini başarıyla yürüttüler.
Yıl
2011. Faaliyet müddeti 30 yıl. Artık gücün zirvesine geldiklerinin
bilincindeydiler. Son kaleleri de alacak ve nihai darbeyi
indireceklerdi. Muhtemelen Recep Tayyip Erdoğan da bunun farkındaydı.
Yeni seçim dönemim ustalık dönemim olacak diyordu.
Hangi
konuda ustalıktı. Herhalde kimse anlamıyordu. Millet, devlet idaresi
zannediliyordu. Oysa Erdoğan, 2010 yılında Mit’in başına Hakan Fidan
Bey’i getirmişti. Bu bana göre tarihin dönüm noktası idi. Bu konuda en
ağır tepkiyi neden Cemaat ortaya koydu acaba. Ayrıca her vesile ile onu
neden itibarsızlaştırmak istediler, düşünün.
Şayet o gelmese Tayyib Bey başka türlü ortadan kaldırılacaktı.
Tayyib Bey bu cephenin 30 yılın sonunda artık ülkeyi bitirme, teslim alma savaşına girişeceklerini biliyor muydu?
Tahmin
ediyorum farkındaydı. Nitekim 12 Haziran 2011 seçimlerinde bu gurubu
mecliste önemli ölçüde budadı. Bu durum hoşlarına gitmemişti.
2011
yılı Paralel örgütün Başbakan ile tamamen yollarını ayıracağı çok
önemli bir olaya şahitlik edecekti. Ancak hadise bambaşka bir
mecradaydı. Futbolda şike davası. Konu Fenerbahçe olunca yer yerinden
oynamıştı. Türkiye’de ilk kez bir büyük kumpas sergileniyordu. Ortalık
toz duman oldu. Bir taşla birkaç kuş vurulacaktı. Futbol fanatikliği
yüzünden hiç kimse olayın gerisindeki gücü sezemedi. Ancak şike
konusunda mecliste yeni bir kanun çıkarıldığında zaman gazetesinin
önemli yazarları kendilerini ele verdiler. “Eskiden iyi bir başbakanımız vardı diyeceğiz” ve “Küçük rica yüzünden büyük ricayı kırdın”
diyerek Erdoğan’la yollarının ayrıldığını açıkça deklare ettiler. Bir
cemaatin şike kanunu ile bu kadar ne ilgisi olabilirdi? Çıldırmaları,
ileride kullanabilecekleri bir büyük camiayı (Fenerbahçe taraftarları)
ele geçirememekten mi kaynaklanıyordu? Şurası muhakkak ki artık yollar
ayrılmıştı.
Nitekim
Başbakan, 2012 yılı Türkçe Olimpiyatlarında F.G’yi ülkeye davet
ettiğinde paralelci yazarlar neredeyse kudurmuşlardı. Bu davet hiç
hoşlarına gitmemişti. F.G. bu davete karşılık Türkiye’yi emin ve
güvenilir olmayan bir ülke olarak lanse etti. Emin ve güvenilir ülke
hangisiydi(!). Ayrıca, “bir kısım kazanımların hafazanallah kaybedilmemesi için yüzde bir ihtimalle oraya gitmeniz bu hususlara zarar verecekse gitmem” diyordu. Türkiye’ye gelmekle hangi kazanımlarını kaybedecekti acaba?
Öte
yandan bu büyük ihanet çetesi, ele geçirdiği kadrolar, bulunduğu konum
ve arkasında duran gücün kuvvetinden emin olarak, bütün milletin gözü
önünde inkar edilemez operasyonlarını başlattı. Gezi olayları 17 ve 25
Aralık darbeleri. Paralel örgüt bütün bu ihanet girişimlerini yürütüyor
fakat yazılı, görüntülü ve sosyal medya yandaşlarıyla hadiseleri
sulandırmayı da başarıyordu.
Cumhurbaşkanı da artık kartını sonuna kadar açmıştı. “Bu bir ihanet çetesiydi”. “Paralel devlet girişimiydi” ve “bunlar terörist olup haşhaşiler” idiler.
Türkiye
neler olup bittiğini önceleri pek anlamadı. Ancak belki de ilk kez
sorgulamaya başlamıştı. Bir tarafta 34 yıldır desteklemekte oldukları
bir cemaat bir tarafta 12 yıldır samimiyetinden emin oldukları bir
lider. Liderin 12 yıldır yaptıkları meydanda idi. Taraftarları milletti.
Fakat cemaat kimin yanındaydı. Belli değildi. Bütün millet ve devlet
düşmanları yabancı güçler bu şer örgütün destekçisi idi. Bu durum yavaş
yavaş milletin gözünü açmaya yetti.
Aslında
Cumhurbaşkanı da yavaş yavaş onları gadaba sürükleyecek ve içindekileri
boşalttıracak hamleleri yapmaktaydı. Zira insan kızdığı zaman içinde
bulunan kötü duyguları açığa vururmuş.
Nitekim
F.G’nin beddua seansı temiz inançlı milleti bu gruptan tamamen
soğutacaktı. Zira yıllardır bir kez olsun Orta Doğu’da kan döken
zalimleri kınamayanlar, Hristiyan’a, Yahudi’ye, Zerdüşt’e hoşgörü
duyanlar sıra Müslümana gelince müthiş bir kin kusmaya başlamıştı.
Evlerine ocaklarına ateş salıyordu.
Buna rağmen mankurtlaştırılmış beyinler maalesef yine uyanamadı.
Son
yirmi yıldır her vesile ile söylediğim bir cümle vardı benim. Yirmi yıl
sonra bu memlekette yerden mantar biter gibi Hristiyan biterse
şaşırmayınız. Bu sözümün üzerinden 16 sene geçmiş dört senesi kalmıştı.
2013 yılında Paralel Devlet Yapılanması (PDY)’na karşı böyle bir savaş
açılmamış olsa muhtemelen hadise kendiliğinden gelişecek Türkiye’de
sokaklar boyunlarında haçlarla dolaşan gençlerle dolacaktı. Millet ise
sokaktaki Türk Hristiyanları gördükçe ve yavruları oraya kaydıkça her
gün ölecekti.
Son üç yıldır bu sözümü destekleyecek doneler de ortaya çıkmıştı. Nitekim artık şöyle söylüyordum.
“Altı
sene önce bunların bağlılarına, sizler ileride ev ev gezip HDP’ye oy
toplayacaksınız desem beni ne yaparlardı, diye sorduğumda Linç ederlerdi
diyenlere buyurun işte durum son üç seneyi değerlendirin”.
Netice
de bu ülke için II. Abdülhamid darbesi gibi bir darbeyi, sağduyulu bu
millete en ağır hezimeti yaşatmayı ve bir anlamda ülkeyi işgal ettirmeyi
planladılar. Bu ülke için düşünülen plandan belki darbecilerin yüzde
sekseni bile haberdar değildi. Onlar samimi bir ihtilal yaptıklarını
zannediyorlardı. Aynen II. Abdülhamid Han gittikten sonra başını taşa
vuranlar ve dövünenler gibi olacaklardı.
Allah
korusun başarılı olsalar bu defa millet de devlet de kalmayacaktı. Zira
bu yeni bir yüz yılın darbesiydi. Türk milleti için yok oluşun
darbesiydi. Her şey müthiş planlanmıştı. Senaryo diyenler hiç şüpheniz
olmasın ya onların adamlarıdır. Ya da her devirde olduğu gibi safdil ve
ahmak kimselerdir. Bunlar darbe olunca hataları sıralarlar olmayınca da,
senaryo diyerek basitleştirmeye kalkarlar. Sanki her darbenin mutlak
başarılı olması gerekiyormuş gibi. Osmanlıda gerçekleşen darbeleri
biliriz. Peki ya gerçekleşmeyenler! Neden ve nasıl önlendiler acaba?
Osmanlıda
Sancağı şerifin meydana çıkarıldığı hangi darbe başarılı oldu bir
araştırınız. Sancağı şerifin meydana çıkarılması milletin meydana davet
edilmesiydi. Milletin meydana çıktığı hiçbir darbe sonuca ulaşmadı.
Darbeciler hepsinde ya sindirildi veya idam olundu.
Gezi olayları sırasında “halkın yüzde ellisini zor tutuyorum” diyen Cumhurbaşkanı aslında millete “hazır ol”
mesajını vermişti. Millet son üç yıldır teyakkuzda idi. Ancak
darbelerden yıllardır çeken Türk halkı yüzde elli iki değil neredeyse
yüzde doksan elbirliği gönül birliği ederek darbeye dur diyecekti.
Bu
durum Türk milletine yeniden hayatiyet vermiştir. Batının köleliğinden
kurtaracak bir darbedir. İyi değerlendirilmesi bataklığın tam
kurutulması gerekir.
Evet
plan kusursuzdu. 36 yıldır yapılan çalışmaların sonuna gelinmişti.
İslam dünyasına sadece Türkiye’yi değil tüm dünya Müslümanlarını güdecek
kukla bir halifenin gelmesi yakındı. Dünya beşten büyük diyen adamın
dili kesilecekti.
Bir şeyi hesaplamıyorlardı.
O adam Allah’a ve milletine güveniyordu. Gücünü ve kudretini oradan aldığını her fırsatta ilan ediyordu.
“İnsanlara güveneni Cenabı Hak insanlara bırakır. Kendine güvenenleri yanına alır”.
Bir kişi ki yardımcısı Allah ola
Var kıyas eyle ki ol ne şah ola!
Evet
Pensilvanya’ya Amerika’ya CIA’ya ve daha nicelerine güvenenleri Cenabı
Hak onlara bıraktı. Kendine güveneni yanına aldı. Beklenmeyen basit
gelişmeler yaşandı. Samuel Eto’o’nun adını taşıyan vakfın 10’uncu yıl
kutlaması kapsamında Messi, Neymar, Suarez, Maradona, Hazard, Iniesta,
Drogba ve Arda Turan’dan oluşacak dünya karması ile Türkiye karması, 16
Temmuz’da Antalya Arena’da maç yapacaktı. Cumhurbaşkanı 15 Temmuz gecesi
galaya neden gelmedi? Orada da özel darbe birliği var mıydı? Birtakım
başka basit sebepler darbeci ihanet şebekesini erken harekete geçirtti.
Cumhurbaşkanı kendi ifadesiyle de kılpayı kurtuldu. Cenabı Hak
Erdoğan’a, milleti meydanlara davet etme imkanını verdi. Onun daveti
Osmanlıda sancak-ı şerifin meydana çıkarılması gibi oldu.
Millet,
hizmet diyenlerin 36 yıldır kulluğu kime yaptıklarını, bunlara verdiği
paraların kendi göğsüne kurşun olarak geri döndüğünü, İslam’a, bayrağa,
ezana, vatana, millete ihaneti en acı bir biçimde yaşadı. Meclis binası
dahil devletinin kalbi konumundaki müesseselerin bombaladığını dehşet
dolu gözlerle izledi. Gölbaşı’nda Özel Harekat Daire Başkanlığındaki
kahraman vatan evlatlarına acımasızca bomba yağdırıldığına yaşlı
gözlerle inanamadan şahitlik etti. Gözyaşları kana döndü. Bütün bunlar,
yıllardır dost bildikleri hain adamlar tarafından gerçekleştiriliyordu.
Fakat
o necip millet de, bu ihanete kayıtsız kalmadı. Liderinin daveti
üzerine sadece bayrağını kaparak dilinde Allah nidaları ile meydanlara
sokaklara döküldü. Göğsünü topa, tanka, kurşuna siper ederek bir anlamda
36 yılın diyetini ödedi.
Milletin
bu darbesi, kuklaları yok ettiği gibi yüz yıldır kukla oynatıcıları da
açığa çıkardı. Bu itibarla devletimiz yeniden güçlü günlere yelken
açabilecektir. Bunu için milletimizin birlik ve dirliği, istikameti için
önemli adımlar atılmalı maşa, kukla ve hain üreten bataklıklar
kurutulmalıdır.
Bu
da en mühim olarak eğitimden geçmektedir. Bu milletin varlığı iki şeye
bağlıdır. Millilik ve doğru İslamiyet. Yani Müslüman milletimize
İslamiyet’in doğru öğretilmesi. Zira bin seneden beri Müslüman
milletimize ve devletimize Ehl-i sünnet itikadı denilen inanış
sahiplerinden asla bir ihanet ve ayaklanma sadır olmamıştır. Doğru
yoldan çıkınca artık millilikte bozulmakta vatanını milletini bayrağını
rahatça satabilmektedir. Son olay bunun en açık göstergesi olmuştur.
Zira
kökü dışarda mezhepsiz, radikal (Abduh, Afgani benzeri kişiler) ve
ılımlı İslam (F.G. ve avanesi) denilen bozguncu tipler her zaman
kullanılmaya açık olmuşlardır.
Oysa örnek şahsiyetlerimiz Ahmed Yesevi, Mevlana, Yunus Emre, Akşemseddin, Somuncu Baba, Hacı Bayram-ı Veli, Aziz Mahmud Hüdayi gibi mutasavvıflarımız Alparslan, Çağrı Bey, Bilge Kağan, Fatih Sultan Mehmed, Yavuz Sultan Selim, Kanuni, II. Abdülhamid Han
gibi hakanlarımızı gençlerimize öğretmek eminim onları bu vatanın,
bayrağın, ezanın, milletin, dinin gerçek sevdalısı kılacaktır.
Bu
itibarla devletimiz, milliliğe büyük önem vermeli ikincisi de 1100
yıllık mensubu bulunduğumuz dinimizin gençlerimize en iyi şekilde
öğretilebilmesi için gereken adımları atmalıdır. Yeni din, yeni yorum
diyenler her zaman bozguncular olmuştur. Bunlar Yunus Emre’nin;
Peygamber yerine geçen hocalar
Bu halkın başına zahmetli oldu
Özdeyişine uygun olarak halka ve millete hep zahmet vermişlerdir
Rahmetli Erol Güngör 1978’de:
“ABD,
SSCB’ye karşı şimdilik İslam dünyasını kullanıyor. (Müslümanlardan
tarafmış gibi davranıyor.) Eğer SSCB biterse, o zaman dünya tek bloklu
olur ve ABD’nin tek düşmanı İslam olur” diyordu.
Tarih
şuurunun ne kadar önemli olduğunu ünlü mütefekkirimizin bu ifadeleri
yansıtmıyor mu? Gençlerimize tarih şuurunu ve model tarihi
şahsiyetlerini de en doğru bir şekilde öğretmek devletimizin vazifesi
olmalıdır.
Cenabı
Hak ülkemizi ve milletimizi bir büyük, belki tarihin en büyük fitne ve
belasından ve peşinden gelecek yabancı tasallutundan, işgalinden
muhafaza eyledi.
Millete de ders çıkarmayı, ibret almayı, birlik ve beraberliğini muhafaza etmeyi nasip eylesin.
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
Yorumlar
Yorum Gönder