Ne değildir?
Kadın haklarının savunulması değil.
Nedir?
Kadınların meşru hak taleplerinin önündeki en büyük engel.
Neden?
Feminizm, hak arayışı kisvesine bürünmüş bir çatışma kültü ve kültürüdür. İyi/kötü ayrımı yapmaksızın kadınla erkek arasında kevnî/ontolojik bir mücadele olduğuna iman eder. Feminizm, kendi öfkesinden beslenen, yedikçe acıktıran bir fikir hastalığıdır.
Kadının cinsiyet kimliğine sıkıştırılması ve insanlıktan kovulup şeyleştirilmesi, kadını hak sahibi olma mertebesini kaybettirir. Oysa kadınlık ve erkeklik, cevher değil ârâzdır. “Erkek hakkı, kadın hakkı” olmaz; bu “sarışın hakkı, şişman hakkı” gibi muhaldir. Feminizm tarihi, ârâzları cevher zannedenlerin hamakatıyla doludur. İnsan haklarından kopartılmış bir “kadın hakları” iddiası, ancak feminizm gibi, sömürüye açık ideolojiler doğurur.
Nereden çıktı?
2ci dünya savaşı sırasında cephedeki erkeklerin fabrikalarda boş bıraktığı yerleri doldurmak gerekiyordu. Kadınların erkek gibi evden çıkıp işe gitmesi için kreşler açıldı. Kadın, fabrikaya sokularak erkekleştirildi. Kadınları işçi yapmak kapitalizmin projesiydi. Makineler sayesinde kas gücüne ihtiyaç azalmıştı; kadınlar, birçok sahada erkeklerle rekabete sokuldu. İnsanlar aile gelirinin arttığını düşünerek aldandılar zira çalışan kadınların sayısı arttıkça fiyatlar da yükseldi ve işsizlik arttı. Bu durum, endüstri patronlarının işine geliyordu zira ücretler, patronların kârına kıyasla daha yavaş yükseliyordu.
Kısacası kadının fabrikada çalışması özgürlük için değil, savaşta ölen erkeklerin yerini almak içindi. Erkekleştirilen kadınlar arttıkça boşanma da arttı. Bu da kapitalizm için kazanç demekti: Boşanma 2 ev demektir. 2 kira, 2 buzdolabı, 2 araba… Boşanma artınca ulusal gelir yükselir. Kapitalizmin en büyük rakibi ailedeki sevgidir.
Kadının çalışma hakkı yok mu?
Elbette var ve kadınlar tarih boyunca çalıştılar. Tarlada, evde, pazarda… Binlerce yıldır ekonomiyi döndüren kadınlardı. Ama dışarıda bir işte, maaş karşılığı çalışmayan kadın, 1960’lardan itibaren “ev kadını” deyimiyle hor hakir gösterilme başlandı. Aslında ev hayatı başlı başına bir iştir ve çok değerlidir. Evde çalışan kadınlar sosyal hayatın bel kemiğiydi. Cenazesi, hastası, borcu, hapiste kocası olanı bilirlerdi. Yardımlaşırlardı. Aynı mahallede oturan erkekler de hanımları sayesinde tanışır ve birbirlerinin hallerinden, sevinç ve dertlerinden haberdar olurlardı.
Yeni olan, kadınların çalışması değil, fabrikada ve bürolarda, maaş için çalışmasıdır. Kadınların geleneksel işlerinin önemli bir kısmı diğergamlık, sevgi ve merhamet gerektirir. İlkokul öğretmenliği, hemşirelik gibi mesleklerde kadınların öne çıkması tesadüf değildir. Sadece çocuklarıyla değil, komşularıyla, akrabalarıyla da yakından ilgilenir kadınlar. Kadınların çoğu, sosyal zekâda erkeklerden üstündür. Meselâ gergin bir ortamı yumuşatmada kadınlar çok daha beceriklidir. Ama sabah 8, akşam 6 mesai yaptıkları zaman bu içtimaî çalışmayı yapamazlar. Haliyle doğum, cenaze, düğün, hastalık gibi özveri ve dayanışma gerektiren durumlarda insanlar daha fazla para harcamak ve “çözüm” satın almak zorunda kalırlar. Kadınların evden uzak çalıştığı toplumların hızla bencilleşmesi bu yüzdendir. Merhamet, dayanışma, özveri gibi değerler günlük hayatta karşılık bulmadığından özlenen, övülen ama yaşanmayan ütopik(!) vasıflar gibi algılanır. Bugün sosyal medyada en ufak bir merhamet gösteren kişiye alkış tutulması da bunun bir işaretidir.
Cemiyetin ahlâkî çöküşü kapitalizme faydalıdır
Pazara giden bir kadın çocuğunu bırakabileceği bir komşu bulamadığı zaman parayla bu hizmeti satın almak zorundadır. Açlık çeken bir aileye yardım için mahallenin kadınları elbirliği ile çalışabilirler. Ama hepsi işe gidiyorsa aç kalan kişi hırsızlık da yapabilir. Fakat cemiyetin ahlâkî çöküşü kapitalizm için faydalıdır. Çünkü hırsızlık artınca sefalet içindeki kişilerin bir kısmını özel güvenlik görevlisi olarak kiralayabilirsiniz; alarm, çelik kapı satabilirsiniz; böylece para talebiniz artar. Fuhuş, kumar, alkol, dağılan aileler… Bütün bunlar para talebini yani faiz lobisinin elini güçlendirir. Kısacası her ahlâkî problem, kapitalizm için yeni kâr demektir. Komşuluk zayıfladığı zaman insanlar birbirlerine çaya gitmek yerine alış-veriş merkezlerine giderler. Bahçede oynayamayan; arkadaşsız çocukları teselli etmek için daha fazla hediye almak gerekir. Daha çok tüketen bu cemiyet, daha çok çalışmak ve bunun için de daha düşük ücretlere razı olmak zorunda kalacaktır.
1960’lardan beri ABD ve Avrupa’ya ne oldu? Kadınların erkek gibi çalışmaya başlaması, onları adeta ikinci bir erkek türüne dönüştürdü. Bu birçok sıkıntıyla beraber ahlâkî çöküş de doğurdu ama zayıf ahlâklı toplumlarda para ihtiyacı arttığı için bu durum kapitalistlerin işine yaradı.
Kadınlar özgürleşmediler; zincirlerini sevmeye başladılar
Özgürleştirme vaadiyle kandırılıp eski zaman kölelerinden daha zalim bir esarete razı edilen modern kadın, sadece hürriyetini değil kadınlığını da kaybetti. Zira modern kadın, üretim ve tüketim tezgâhlarında erkekle yarışan, bazen erkeğe ikame edilen ikinci bir erkek türüdür. Fakat kadınlar kimliklerini kaybederken, cemiyet kadınsız kalmaktadır. Artık anneleri, kız kardeşleri, komşu teyzeleri olmayan bir ufka doğru gidiyoruz.
Özetle, kadınların oy vermesi, sigara içmesi, kısa etek giymesi, çalışması ve araba kullanması endüstri patronlarının kararıyla olmuştur. Kadınlar, bunları büyük mücadeleler sonucu kazandıkları özgürlükler gibi görürler. Bunun böyle görünmesi de yine patronların isteğidir.
Kadına karşı şiddet
Mesele karısına vuran erkeğe ceza vermek değil, karısına vurmadığı halde iftiraya uğrayan masum erkeği, saldırgan erkekten ayırd etmektir. Adaletin görevi kadını korumak değil hem saldırgan erkeği hem de müfteri kadını cezalandırmaktır.
Kadının eşya gibi gösterilmesi, haz aracı gibi sunulması ister istemez aile içi şiddeti arttıran bir etkendir. İnsanlık olarak bakarsak… normalin çok üstünde cinsellik teşhir eden bir topluma dönüştük. Bu konuda Batı-Doğu ayırımı da silikleşti. Kadın vücudu bir tüketim malzemesi oldu. Böylesi bir cemiyette yani her şeyin fiyatını bilip hiçbir şeyin değerini bilmeyen insanların arasında sorunları çözmek(!) için menfaat ve şiddet dışında yol yoktur. Zira adalet, merhamet ve muhabbet için zemin kalmamıştır.
Kadınların vücudunu saksı çiçeği gibi, dekoratif malzeme gibi teşhir edenler ve buna teşne olan reklâmcılar, pazarlamacılar da kadın. Kadının aşağılanması ve ezilmesi, bir zihniyet hastalığıdır, iyi kadın – kötü erkek mücadelesi değildir.
Meselâ Fransa Belçika ve İsviçre’de depresifler histerik tanısıyla lobotomi yapılıp sakat bırakılırdı. Zavallıların % 84’ü kadındı. Çünkü pozitivist kafaya göre sağlıklı kadınların itaatkâr olması gerekiyordu. Lobotomiyi icad eden Egas Moniz’e Nobel Tıp verildi. (Fotoğraftaki kadının evcil bir hayvana dönüştüğü söyleniyor.)
Feminizm, pozitivist zihniyetin ürünüdür
Pozitivizm, manevî değerleri, mânâyı reddeden ve 19cu yüzyıldan sonra zihinlere çöreklenmiş tehlikeli bir tasavvur; isim babası Auguste Compte ile özdeşleşen bir felsefe(!) akımı. Dikkatle bakılırsa, kadim zamanlarda “dehriyûn” veya “maddiyûn” diyen zümrelerin iddiaları ile pozitivizm çok iyi örtüşür. Bunlar bilimi ve insan zekâsını (akl-ı meaş) adeta ilah mertebesine yükselten, vicdanı, ahiret şuurunu (akl-ı mead) inkâr eden kimselerdir.
Kadın vücudu da daima ulus-devletin nüfuz alanı olmuştur. Açması da kapatması da kanun gücü ile ölçülmüş ve sınırlanmıştır. Kadın üzerinden egemenlik görüntüleri:
28 Şubat Türkiye,1920-1950 Arası, İngiliz, ABD ve Hollanda polisleri diz-etek arasını ölçüyor,2016 Fransız polisi tesettürlü bir kadını zorla soyuyor.
Netice
Kısacası kadının erkekleştirilmesi, ailenin imhası ve önce endüstriye, sonra tüketime köle edilmesi, kökleri 1800lere uzanan modern bir saplantı. İşçiler en büyük zararı “işçi diktası” denen komünizmden gördüler. Kadınların meşru hak taleplerinin önündeki en büyük engel ise feminizm. Kadınların sıkıntılarını sloganlar ve cinsel içerikli pankartlara sıkıştıran feministler, çözümün değil sorunun bir parçasıdır.
DERİNDÜŞÜNCE
Yorumlar
Yorum Gönder