Ana içeriğe atla

SULTAN ,CARİYE VE BEN

Yavuz Sultan Selim Han’ın ne zaman duysam tüylerimi diken diken eden o muhteşem dörtlüğü çarptı yine gözüme, gecenin hallice bir vaktinde hem de. Onca şiir vardır dimağımda, onca berceste; hikâyesi mi beni alıp götürür, Taçlı Sultan’ın kara yazısı mı, ya da şiirin asıl muhatabı olan o zavallı cariyecik midir bunca derdime eklediğim, bilemem.                                              
            ‘Merdüm-i dideme bilmem ne füsun etti felek
            Giryemi kıldı füzûn eşkimi hûn etti felek
            Şirler pençe-i kahrımdan olurken lerzan
            Beni bir gözleri ahuya zebun etti felek’
İskender Pala’nın yalancısıyım; Yavuz Mısır’a sefer edende, hizmetine bir cariye verirler ki yatağını toplasın, yemeğini önüne koysun. Bu hizmetleri Yavuz’un yokluğunda yapar cariye ve Sultan çadıra gelmeden terkeder otağı her daim. Kaderin üstünde kadere iman ederiz ya, öyle de olur günü gelende. Bir gün cariye mi geç kalır, Yavuz mu erken gelir, ne olursa olur ve gözgöze gelirler. Yavuz ne kadar başını önüne eğse de cariyecik bu gönül oyununda haddini aşmış ve Sultan’a vurulmuştur. En nihayetinde aşk da bir kazadır ve her kaza tek sebebe bakar.
Yük ne kadar ağırsa, taşıyan o nispette zayıf, çelimsizdir. Sultan’ın aşkını taşımak hangi kula nasip olmuş da o kulun beli bükülmemiş. Taşıyamaz elbet cariyecik de ve bir sabah işi bitince Sultan’ın yatağının üzerine bir not bırakır: ‘Derdi olan neylesin?’. Otağın sahibi, Doğunun ve batının hakanı, Kutsal emanetlerin bekçisi akşam olup da mekanına rücu edince notu görür ve hemen cevaplar: ‘Hiç durmasın söylesin’. Sabah olunca cariye gelir ve şahsının bir sultan tarafından muhatap alındığı ateş gibi o satırı okur, yüreği yanar. Yavuz kendinden cevap beklemektedir. O yavuz ki, zahirinde bir kaya kadar serttir ama içini kimse bilmez, kimseye bildirmez. Bir muammadır Yavuz ve cariyecik için bu aşkı itiraf imkan dahilinde değildir. Cesaret edemez ve içini yakan bu aşkı, gelmeyecek bir mevsimin bir başka baharına atacak olan iki kelimeyi bırakıverir yatağın üzerine:‘Korkuyorsa neylesin?’. Yavuz akşam olup gelende notu okur ve tereddüt etmeden yazar: ‘Hiç korkmasın söylesin’…
Yaktığı ateşi söndürmek, bugün de olduğu gibi yakana yükmüş demek o zamanlarda da. ‘Leşi öldürene sürütürler’ derler ya, Yavuz bir itiraf, olmadı bir cevap beklemektedir cariyecikten artık.
Sonrası mı, sonrası Apollon’a meydan okuyan Marsyas’ın trajedisine rahmet okutacak bir dram olur cariyecik için. Sadece ‘…şey, sultanım ben sizi…’ der ve can verir Sultanın eşiğinde.Ceylan gözlerini kapatmak Yavuz’a yüktür artık bu tesadüf ümidinin bittiği o müthiş anda. Hükümdarlığı kadar ustalıkla icra ettiği şairliğini o anda mı konuşturur, at üstünde giderken kızgın çöllerde ansızın mı yazar, hepsinden de önemlisi cariyeciğe mi, yoksa asla kavuşamadığı kanlısı Şah’ın eşi Taçlı’ya mı yazdığı bilinmez o satırlar, hele hele o son satır bugüne kadar gelir: ‘Bir gözleri ahuya zebun etti felek beni’.           
Öyle diyor Cemil Meriç ve doğru söylüyor: ‘Romanlardaki karakterleri tanıdıkça gerçek hayattan da, o hayatın insanlarından da soğudum.’ Belki çok fazla okumanın yan etkisi de bu; etrafındaki insanların çoğunun tımarhanede olması gerektiğini düşünüyorsun ama daha da kötüsü, aynı insanlar senin deli olduğuna hükmetmişler bile. Geçtim bir sultana ‘derdi olan neylesin’ diye sormayı, en basit parya veledinin hayatın sırrını bildiğini iddia etmesi can yakıyor. Şairden alıntı, ne zamandır bir terennüm var dilimin ucunda dönüp durmada. Ağzımdan kaçacak korkuyorum ama bir teneke tadı damaklarımda ki, desem bana yakışmaz, sussam içimde büyür gider: ‘gam dağlarına çıkıp naralar atmak…’
Peki ama, sevgi neydi babaydar? Sevgi, cariyenin dile gelmesi miydi, ya da dile gelen cariyenin karşısında Sultan’ın lâl kesilmesi miydi, ya da en nihayetinde bir post deyip elinin tersiyle sultanlığı yerle yeksan etmesi, yavuzluktan sıyrılması mıydı sultanın sevgi?
Belki de sevgi bir karşılıktı, cariye ‘şey…’ dediğinde Yavuz’un ‘ Sen balıksan, ben oltayım / Sen mızrabsan ben de yayım / Dudağından yudumlanır / buzlu rakım, demli çayım / Seni nasıl sevdiğimi / dilim dönmez anlatayım…’ deyip de dile gelmesiydi. Bir uçurumda yani, feryadına karşı aksi seda olmasıydı sevgi. Bugünlerde artık insanlar muhataplarıyla konuşurken içinde ‘ama’ bulunduran çok cümleler kurmaktalar. Tepeden tırnağa riyakar cümleler bunlar, bilirsiniz ya. Sizi önce överler, tam ortaya bir ‘ama’ koyarlar ve gerçeği yüzünüze karşı söylerler. Belki de sevgi, eğer bir kelebek kadar ömrü olsaydı, Yavuz’un Cariyeye karşı içinde kendinin sultan, onun da cariye olduğunu hatırlatan ve içinde tereddütü barındırmayan, ‘ama’ ile ilgili bir nişane olmayan bir cümle kurup ‘aldık ve de kabul ettik’ demesiydi.
Ya da sevgi, hepsinin üstüne bir çizik atmak ve bir Tantalus işkencesine talip olmak mıydı, ya da Sisyphos’un kayasına omuz vermek miydi, neydi Babaydar?
Sisyphos dediğine, öz yeğenini iğfal suçu da dahil yüzlerce suçtan dolayı bir kayayı tepeye kadar çıkarmak cezası verilir. Sisyphos her seferinde kayayı tepeye yuvarlar ama kaya tanrılar tarafından tekrar aşağı gönderilir ve bu sonsuza kadar devam eder.
Tantalus’a da sırf Zeus’un oğlu olduğu için Tanrılarla aynı masada yemek yeme ayrıcalığı verilir. Tantalus haddini bilmez ve tanrıların dedikodusunu yapar, yetmez tanrıları sınar. Tanrılar da ona öyle bir ceza verir ki ibreti alem olur: Cezası, ölene dek açlık ve susuzluk çekmektir. Cezasını çekerken meyve dolu bir ağacın altındaki havuzda durmak zorundadır Tantalus. Ne zaman su içmek istese havuz boşalır, ne zaman elini meyvelere uzatsa dallar yükselir.
Sevgi, o havuzdaki Tantalus olup da lanetlenmekse eğer bizim, kime, ne zararımız olmuş, ya da bu kayayı her seferinde aşağı kim yuvarlıyor Babaydar

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

TESADÜF

Bazen herşeyi tesadüf deyip geçiştiriyoruz,oysa hayatta hiçbirşey tesadüf değildir.Herşeyin bir hesabı vardır,onuda yaratan,yapan bellidir zaten.

DİNGİNLİK

BAZEN BIRAK BİR YAPRAK GİBİ KENDİNİ SULARIN KOYNUNA ALIP GÖTÜRÜR SENİ BİLİNMEYEN ÖTELERE

Bir Dehanın İzleri – II.Abdülhamid Han, Talha Uğurluel

Medeni adam dostunu düşmanını tefrik etmemeli, her ikisine de aynı muameleyi yapmalı. Zira düşmanlara açıkça husumet göstermek akıl karı değildir. Dostlara da fazla güvenmek ahmaklıktan ileri gitmez, biz daima İngiltere’nin dostu görüneceğiz. Fakat onun hislerini, fikirlerini, siyasetini de bileceğiz. – Ermenileri Osmanlı Devleti’ne karşı alabildiğince kışkırtan Gladstone’un İngiliz Müstemleke Nazırı iken Lordlar Kamarası’nda söyledikleri de İngilizlerin bu coğrafyadaki ince hesaplarını açıkça ortaya koyuyordu. O gün Gladstone eline Kur’an-ı Kerim’i alarak kabinedekilere göstermiş ve: “Eğer bu kitabı Türklerin elinden alamazsak onları asla yenemeyiz” demişti. – Abdülhamid Han, hayatına kasteden ve ölüm cezasına çarptırılan mahkûm ile bizzat görüşür. Hususi dairesine kabul ettiği Jorris ile saatlerce baş başa kalır. Ne konuşmuştur, neler sormuştur bunu kimse bilmiyor. Tahsin Paşa, ‘Avrupa’da ayrılıkçı Ermeniler aleyhine çalışmak üzere kendisine vazife verdi’ diyor. ...